Aşağıda Sanatçılar, Yukarıda Lokantacılar

 

“Yaşamın öyle keskin bir yerindeyiz ki ne yapsak, ne yapmasak boş,” der Aşağıdakiler’de[i] Fuat, karısı Belma’ya. Ölmeye bırakılmış yaşlı karı kocanınki bir perişanlık, itibarsızlık dönemidir. Üstelik sadece yaşlılıkları da değildir, yaşamın öyle keskin yerinde olmalarının nedeni. Evet, el değse dağılacak, tuz buz olacak kadar yaşlıdırlar ve yaşlıları kimse, Tanrı bile sevmez. Fakat yaşamak içgüdüsel bir zorunluluktur aynı zamanda. Oysa Anadolu Tiyatro Kumpanyası’yla en verimli yıllarını sahnede tüketmiş bu iki tiyatro oyuncusunun sanat uğruna gösterdikleri çabalar, feda boyutlarına ulaşmıştır. Örneğin ölüm döşeğindeki annesi defalarca çağırmasına rağmen Fuat tiyatroyu bırakıp da gidememiştir bir türlü. Tiyatro tutkularıyla yaşama tutunmayı sürdürseler de hayattan çekilmeye hazırlanan bedenleri, unutkanlık, sefalet onları sürekli yıpratır. Bir süre sonra hangisi düş hangisi gerçek belli olmayan bu hayat oyunun son perdesinde sahne aldıklarını fark ederiz.

Sanatın yüceliği onları bu kadar düşkün oldukları bir zamanda dahi ayakta tutmaya yeterken gündelik hayatın sıradan, basit işlerini dahi geçekleştiremezler. Bu çelişki onları her cendereye aldığında geçmişin alkış dolu, tutku dolu günlerine döner, yeniden yeniden Shakespeare, Moliere oynarlar. “Yaşamak ne güzel, her şey ne güzel. Öyle ki, sevinçler acılardan, acılar sevinçlerden güzel,” der Fuat geçmişle avunabildiği anlarda. Fakat bir süre sonra geçmişte oynadıkları oyunlarla hayatlarının çizgisi seçilmez olur. Hayat nerede başlar, oyun nerede biter, düş neresi, gerçek neresi seçilmez olur. Bu kimsesiz iki insana baktıkça yabancılaşmayı, hiçleşmeyi, acımasızlığı, güvencesiz çalışmayı, çaresizliği, aşağılanmayı iliklerimizde duyarız. Baktığımız aslında kendimizdir.

Tiyatro kapanınca başka sahne bulamaz, hayatlarını adadıkları sanatın çok uzağında kalırlar. Çalışamayacak kadar yaşlanıp da çaptan düştüklerinde neyse ki sokağa atılmaktan kurtularak aşağıya sığınırlar. Yaşamak zorunda kaldıkları bu yer; Beyoğlu’nda bir apartmanın lağım kokan, farelerin gezdiği, aydınlıkta bile karanlık, bir lokantanın alt katındaki tek kapılı, tek pencereli, küflü bir odadır. Yaşlı çiftin aşağıda yaşamayı kabullenecek kadar düşmüş olmasının asıl nedeniyse hiçbir sosyal güvenceye sahip olmamasıdır. Zaten onları bu denli aşağılık insan posası yapan da budur. Ne var ki bu sefilliği yukarıdakiler görmez, işitmez. Bu umursamazlık sirkine bir tek şu ünlü, turistik lokantanın sahibi Devlet Bey tamamen katılmaz. Kira istemeyip, adeta ölünceye kadar oturun diyerek onları sokaktan kurtaran, onlara her öğün yemek sağlayan odur. Mülk sahibinin turistik lokantacı Devlet Bey olması elbette simgeseldir. Böylece yazar devleti, insanların üstünde konumlanan özel bir işletme gibi düşündürtür okuruna. Yaşlı çifte sadece yarı aç yarı tok yaşama fırsatı veren Devlet Beyin lokantasının çalışanlarıysa insanların yüzüne gülmeyen, asık yüzlü memurları andırır. Devlet Beyin düzenli biçimde yemek göndermesine bazen şükredecek kadar sevinen yaşlı çift bazen isyan edecek kadar öfkelenir, zaman zaman her vatandaşın devletine duyduğu hisler gibi. Söz gelimi duyguların gelişimi içinde Belma “Devlet Bey bi tane” derken Fuat “Allah belasını versin böyle herifin!” diyebilmektedir. İyi olmasına iyi adamdır da çok cahildir. Ayrıca zavallı, öküz, uyuşturucu verilmiş bir hayvan, kaz, kaz oğlu kazdır. “Ne yazık ki öyle, ne yazık ki devletimiz bizim, ne yazık ki yürekler acısıyız ikimiz de…” Öyle ya, nadiren hatırlasalar da devletler vatandaşlarının mutluluğunu sağlamakla yükümlülerdi değil mi? Aktörler kralı Fuat’ın şu söylediklerini bu bağlamda düşünebiliriz: “Şu İngiliz Devleti kadar olamıyorsun. Git de gör, nasıl bakıyor kralına, kraliçesine. Kendi yemiyor, onlara yediriyor.” Dolayısıyla devletin ve Devlet Beyin eski günlerdeki itibarından giderek uzaklaştığını hissederiz. Yine de ne olursa olsun çok iyi adamdır o. Ne de olsa ev onun, mülk devletindir ve onlar devletlerine vatandaşlık bağıyla bağlıdırlar. Üstelik ölür mölürlerse ortada kalacağız diye korkmalarına gerek olmadığının garantisini de almışlardır. Devlet Bey, onları bir güzel gömecektir.

 Nerede o eski itibar, alkış dolu yıllar? Sanatın ve sanatçının el üstünde tutulduğu o dönemlerde dillere destan Anadolu Tiyatro Kumpanyası’nın bu iki değerli oyuncusunu bir oyundan sonra Atatürk bizzat kutlamış, onların elini sıkmıştır. Nereden nereye… Çiftin ve elbette devletin en güzel günleriymiş o zamanlar! Ne var ki güzel günler kötü günleri, sevinçler acıları çağıra çağıra bu hâllere düşülmüştür. Bir oyundan sonra devletin en büyüğünün sanatçıların elini sıkmasını ideal bir gerçek olarak kabul ederek bu gerçeğin giderek unutulduğunu, sanatçıların günbegün yukarıdakilerin oyuncağı, hatta dalkavuğu olduğunu düşündürtür Aşağıdakiler. Tarih açıkça geriye gitmiştir. Fuat’la Belma’nınkiyse tam bir aptallıktır. Şöyle veryansın eder Fuat: “Aptal olmasam aktörler kralı olur muydum? Gerçek bir kral olur, halkı soyup soğana çevirir, köşklerde saraylarda yaşardım. Yoo, yoo, hayır, şaka bu; şaka dedim, sözün gelişi yani… Bütün dünya şunu bilsin ki evet, bütün dünya bilsin ki aktörler kralıyım ben ve yine bütün dünya bilsin ki doğa kadar namusluyum…”




Aşağıdakiler’in çatışmalarını oluşturmada düş ve gerçeklere önemli roller verilmiştir. Yer yer bulanıklaşan, karmaşıklaşan düşle gerçek, söz konusu aşağıdakileri hayata bağlayan umutlar olduğunda pırıl pırıl bir görüntü sunar. Ölüp gitmeden önce hayatlarını yazacak romancıyı beklemeleri her şeye karşın umutlu olduklarını, sanatın ve sanatçının ölmezliğine duyulan inancı gösterir ki güzellik peşinde koşan sanatçının yarattığı güzel eserlerle hatırlanmak istemesi anlaşılır bir durumdur. Aynı zamanda birer anne baba olan yaşlı çiftin kızlarını dillerinden düşürmediğine tanık oluruz ki bu hâliyle kızları bir hayal unsuru gibidir. Gerçekteyse yıllardır onları arayıp sormayan, yapayalnız bırakan, hayırsız bir evlattır. Kızının gelmeyeceğine inanan Belma’nın hem gerçek dışı hem ilginç bir çözümü vardır: Doğuracaktır. Neyse ki meteliksiz, hastalıklı, yaşlı da olsa kimsesiz değildir. Öyle ki hasta kedisine ciğer alabilmek için kendince çözüm üreterek itibarlarını iki paralık etmiş,  dilencilik yapmıştır. Fakat beterin beteri vardır Belma için. “Fuat ölürse bu mezar gibi yerde ne yaparım” kaygısı çok derindir, Fuat’sız bir hayatı düşünemez bile. Fuat’sa geçmişin hayaliyle avunur. Anadolu Tiyatro Kumpanyası’nın birinci aktörü, aktörler kralıdır o. Maskını çıkaracak, onu ölümsüzleştirecek yontucuyu bekler durur. Ne var ki yaşamın öyle keskin bir yerinde kızları, romancı, yontucuyla umutlanırlarken sevişmeyi unutmuşlar, dövüşmeyi bitirmişler, her şeyi yapmışlardır. Geriye sadece ölmek kalmıştır.

 Aşağıdakiler’i baştan sona bir oyun, hatta oyun içinde oyun olarak düşünmek mümkün. Zaten ilk başta tiyatro oyunu olarak yazılan, sahnelenen eser; yıllar sonra yazarı tarafından elden geçirilerek roman biçimine kavuşmuştur.

  

[i] İrfan Yalçın, Aşağıdakiler, h2o Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, Ekim 2018

Boğazımıza atılan düğüm: Nilüfer Benal'in ilk romanı Unutulan

 


Bir tarafı Selanik’ten diğer tarafı Mardin’den göçmüş; Antalya’da, İzmir’de, Adana’da, Konya’da yaşamış insanların eseri Rüya. Soy ağacının dalları öyle karışmış ki birbirine, onda tek bir ulusun egemenliğini aramak anlamsız. Susuşları, coşkusu, düğüm düğüm acıları ve pişmanlıklarıyla özgün bir karakter olarak romanın da odağında. Üstelik tarihsel mayasından öngörebiliyoruz ki Unutulan’da, Rüya’nın yaşamına eğilecek, karşılaşacağı dalgalanmalara tanık olacağız. Öyle de oluyor. Savaşlardan kaçanlar, mübadelelerle yurtlarından koparılanlar, sevgilinin peşinden gidenler, bir türlü aşka doyamayanlarla Nilüfer Benal’in kalemi insanlık dramlarına çevriliyor.

Aynı dönemleri anlatan kimi yapıtların aksine düşmanlık örmüyor, romancı. Mazide husumet aramadığı gibi çağdaşta da bu yolu tutmuyor. Dahası, onun romanında kimse salt kötü değil. Biz gibi, hepimiz gibi kişileri. Biraz iyi, biraz kötü. Bu ikisinin değişen dengesinde buluyor herkes yolunu. Ki anlatılan zaman da buna uygun. Söz gelimi Yunan askerleri ikinci çocuğuna hamile Fatma’yı bir yaşındaki oğlu İzzet’le yurdundan koparırken insanlığını unutmayan komşusu Marika, Fatma’nın parmaklarını öpüyor. Parmaklara konan o öpücüğe neler sığmıyor ki… Sevgi, şans dileği, minnet, hüzün… Fatma da sofrada kalan baklavayı oğlu Yannis’e yedirmesini söylüyor. Derken bir öpücük, bir iki cümleyle düştüğü yerden kalkıp ayaklanıyor insanlık. Gönlümüz hoş oluyor. Bu yaklaşımlarıyla mübadele denen anlamsız zulme, dolaylı tepkiler veren ideal kadınlara dönüveriyor Fatma’yla Marika. Askerler itip kakarak, vurup kırarak politikayı icraata dökedursun, politikanın kirletemediği insani göndermelerle ırkçılığa, düşmanlığa, savaşın saçmalığına yükleniyor romancı. Hâl böyle olunca Benal romantiklere özgü bir tavırla taraf mı tutuyor yoksa onca güdümlü okumanın sonunda biz mi bu göndermeleri romantik bulacak kadar kirlenmişiz, karar veremiyoruz. Bir Türk mübadiline kötü davranan Yunan askerine, bir başka Yunan askeri engel oluyor. Acımayla karışık bir şefkatle “Hadi ana, düş yoluna!” deyince üniformanın dahi insanlığa söz geçiremediği nice anın huzuruyla yüreğimiz ferahlıyor.

Unutulan asıl gücünü okuru meraklandıran bir kurguyla adım adım ilerleyen, ilmek ilmek işlenen dramatik yapısından alıyor. Yazar yarattığı çatışmalarla okurunun duygularını kâh coşturup kâh durultarak merak düğümünü hep etkin kılıyor. Gerilip gerilip ipuçlarıyla soluklanan okur, o vakte değin anlamlandıramadığı ilişkiler ağıyla zihinsel boşluklarını biraz daha kapatıyor. Rabia, Sultan ve Osman’ın ilişkisine bu bağlamda bakınca yazarın başta gayet koyu tuttuğu, sayfalar ilerledikçe peyderpey araladığı sis bulutundan gizemli,  girift bir ilişkiler ağı çıkıyor. Kocasını cephede kaybeden anne Sultan’ın komutanı görmek için her gün çeşmeye gitmesiyle yaşadığı kalp yanması giderek çetrefilleşiyor. Göremeyecekleri bir köşeden onlara bakarken komutan Osman “kaçalım” deyince bizim de soluğumuz kesiliyor. Nasıl kesilmesin, hiç olur şey midir; kızı, üvey kardeşi ve kaynanasıyla yaşayan kadının tanımadığı bir adamla… Ne var ki her günahı mübah saydıran sevginin gücü, bu ikilemde Sultan’ın aklını başından almaya yetiyor. Çocuğunu ve kardeşini de alırız, deyince içten içe ikna oluyor Sultan. Günü gelince kaçarlar… Kaçarlar ama bin aksilikle… Evladından ayrı düşer, Sultan. Üstelik nereye gittiğini, Osman’ın nasıl biri olduğunu bile bilmeden. Onların gönül ilişkisini zora sokan çatışmaları örmede iyi iş çıkarıyor Nilüfer Benal. Bu sayede okurun merak unsurunu da başından sonuna değin diri tutmayı başarıyor ve yüreği hop oturup hop kalkan bizler, kitaptan başımızı kaldıramıyoruz. Osman’ın Sultan’ı sürekli kandırdığını, oyaladığını, avuttuğunu gördükçe kendimizce çıkarımlarda bulunuyor ve kuşkulu davranışlarından dolayı ona bir türlü güvenemiyoruz. Sevgiden, aşktan bahsetse bile gittikçe daha sert, yalancı, yasakçı hatta dayakçı kişilik özellikleriyle erkek egemen toplumumuzun davranışlarını sergiliyor. Sevdiği kadını evladından kopardığı yetmezmişçesine kardeşinden de koparıyor. Gelişmemiş bir kafaya, sığ bir kültüre sahip olsa bile tüm bunları aşkı için yapıyor ve bizi de kendine şahit gösteriyor. Tam da bundan, ne bizim ne de romancının ona kıyamaması! Dahası hakkını teslim ediyoruz Osman’ın. Sinir bozucu da olsa dört dörtlük, gizemli, çok boyutlu bir karakter. Sultan’ın karşısına çıktığı andan itibaren ne yapacağını asla kestiremediğimiz farklı bir kişi. Bir Kuvâ-yı Milliyeci olarak memleket savunmasında önemli fedakârlıklarda bulunduğundan sayesinde tarihi yolculuklar yaparak Unutulan’a derinlik de katıyor. Ne var ki Sultan’a olan sevgisi dışında hiçbir şeyde net değil. Örneğin Atatürk’e sıkı sıkıya bağlı olduğunu dillendirip dursa da zihinsel taşlar bir türlü yerine oturmuyor onda. Tam bir muamma! Bir ideali ne kadar içselleştirdiği belirsiz olduğu gibi davranışlarına baktığımızda da savunduğu ile karşı çıktığı düşüncelerin iç içe geçtiğini görüyoruz. Yine de sağduyulu değerlendirmeleri azımsayacak kadar çok. “… sen Türk’sün deyince Kürt Türk oluverecek mi?” diyerek toplumsal sorunları baskı yoluyla çözdüğünü sanmanın onları gelecekte nasıl devleştireceğine dair göndermeler yapıyor. Bir askerden duymaya alışık olmadığımız bu serzenişlerin bir benzerini Sultan’ın üvey kardeşinden duyunca Osman’a sevgimiz yeniden depreşiyor: “Düşman kimdi acaba oyunlarında? Yaşadığı şehrin kargaşasında Kürt’ü mü, Ezidi’yi mi, Süryani’yi mi, yoksa tüm halkın korktuğu Türk askerlerini mi…” Ne var ki iş uygulama aşamasına gelince Osman sürekli kaçak dövüşür, hatta dövüşten kaçar. Bunu da her kötülüğün başka kötülükleri doğurduğunu hep unutarak en çok Sultan’a karşı yapar.

Romanın sonlarında Rüya, bir yandan Özgür’ün tek kişilik rüya konserini dinleyedursun az ötede mültecilerin canhıraş çığlıkları yükselir. Dolayısıyla her yeni solukla ilmek ilmek güçlenip serpilen Unutulan’ın kuşaktan kuşağa aktarılan hikâyesi o gün için bitse de roman bitmez. Ki zaten Rüya’nın Sultan ölürken doğması, o korkunç trafik kazasında yol arkadaşları ölürken onun enkazdan hem sağ hem de İzzet’le çıkması, yıllar sonra bin bir musibet içinden kardeşinin ona gelmesi bundan.

Öyle ya da böyle hayat buruk sevinçlerle sürüyor! Unutulan’ın mutluluğu da böyle, boğazımıza atılan bir düğüm sanki! 

Nilüfer Benal, Unutulan, Edebiyatist Yayınevi, 1. Baskı, Kasım 2020, İstanbul


Açlığın Garip Şiiri

 





I

Üzülme balıkçı kardeş,

Elin boş döndüğünde avda.

Bende beyhude beklemiştim baharı

Bak ne elimde var,

Ne de cebimde.

Bugüne erdiğimize bin şükür.

 

II

Elimde yoksa,

Gönlümde var

Ne çıkar.

Kış gelecekmiş gelsin,

Kar yağacakmış yağsın,

Bizim Allahımız var

Kocaman…[1] (s.57)

 

Verem batağında kıvrım kıvrım kıvranan Rüştü Onur’un bu dizeleri her ne kadar iyimserlik içerse de fatalist bir anlayıştadır. Zaten şiirin adı da Hüvelbaki’dir. Yazgısına boyun eğmiş, tevekküle düşmüş şairin eli boş dönen balıkçıyı manen teselli ettiğini görürüz. Öyle ya, madem ilahi bir güç vardır ve her şey onun iradesiyle belirlenmiştir, o halde insanın alın yazısı da önceden bellidir. Dolayısıyla kimse yazgıyı değiştiremez! Her insan ilahi gücün kendine biçtiği yazgıyı yaşar.




 Rüştü Onur’un şiirlerinde gayet belirgin olan fatalist anlayışın hayatına tam anlamıyla egemen olmadığını biliyoruz. Öyle ki veremin pençesinde çırpınırken kendine çok iyi bakması ve tıbba güvenmesi gerektiğine kuşkusu yoktur. Ne var ki elinde, cebinde yokken kaderin cilvesine güvenmek zorunda kalıyor, belki de bu nedenle maddi sıkıntılarını pek fazla anlatamıyordu şiirlerinde. Onu fatalizme çaresizlik, imkânsızlık sürüklemiştir diyebiliriz. Salah Birsel’e yazdığı tarihsiz mektupların birinde parasızlığın, imkânsızlığın batağında nasıl kıvrandığını bu bağlamda değerlendirebiliriz.

 

“Muzaffer Tayyip’le yan yana yatacağız. Zavallı çocuk bir aydır yatıyor. Beni görünce kimbilir ne kadar sevinecek. Bahtsız iki şair yarın aynı koğuşta yan yana ölümü düşünecekler. Salah her şeyden nefret ediyorum. Biz hastayız. Bakılmak lazım, hani para, hani sanatoryum, hani şefkat? Altı aydır sıra bekliyorum.” (s.74)

 

Veremin asıl şifasının iyi bakılmak, iyi beslenmek olduğunu bilseler de maddi imkânsızlıklarla bu korkunç rüzgâra karşı koymaları mümkün değildi. Evet, onlar sadece yirmili yaşlarında kendilerini veremden koruyamadıkları için öldüklerinde hiçbir belgede ölüm nedenleri için açlık, parasızlık yazmayacaktı. Varsın yazmasın, bugün herkes bu iki şairin şiir aşkıyla tutuşurken nasıl ölüme sürüklendiğini biliyor. Yirmili yaşlarda veremden değil, imkânsızlığa bağlı olarak veremden ölünebiliyormuş. Rüştü Onur’un aksine, Muzaffer Tayyip Uslu’nun daha özgür iradeli şiirlerinde hastalığın öte yanını işlemesi bu anlamda çok değerli.

 

Okulu [Lise öğrenimi kastediliyor. Ü. K.] bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ne yazılır. Ancak hastalığı ve yoksulluğu yüzünden Zonguldak’a dönerek İş Mükellefiyeti Dairesi’nde memur olarak çalışmaya başlar. Hastalığı daha çok artar, parasızlıktan tedavi olma olanağı da bulamaz. (Kalyoncu, 2011, s.401)

 

2000 yılında şairin bir arkadaşı şunları söyler: “Muzaffer iki günde bir uğrardı. Elinde reçeteler ile eczaneye gelirdi. Parası da yetmezdi. Ben arkadaşım olduğu için verirdim. Çok yoksuldu. Çok zaman dertleşirdik. Bana hep açlıktan, sefaletten bahsederdi. Çok kez cebine harçlık koyardım.” (Kalyoncu, 2011, s.407) 

 

(…) benim sanatoryum işi arap saçına döndü. Ben işleri yoluna koydum diye sevinirken, az evvel, dairede şöyle bir tebligatta bulundular. ‘Sen iki seneyi doldurmadığın için, biz sana ancak 200 lira kadar bir yardımda bulunabiliriz. Halbuki sanatoryumda üç ay yatacağına göre 900 lira kadar para lâzım. 700 lira verirsen, seni sanatoryuma yatırırız.’ Bu acaip, bu antika tebligat karşısında şaşırıp kaldım. Ne yapacağımı bilmiyorum.

Oktay ağabey işittiğime göre ‘Yardım Sevenler Cemiyeti’ ve ‘Kızılay’ benim vaziyetimde bulunanlara yardım ediyormuş, acaba oradan bir şey yapılamaz mı? (Kalyoncu, 2011, s.401)

 

Başka bir çıkış yolu bulamayan Muzaffer, böyle dert yanar Oktay Rifat’a (Yedek subaylığını Zonguldak’ta yapan Oktay Rifat’ın karısı da veremden ölmüştür.[2]) mektubunda. Tıpkı Rüştü gibi onun da eli kolu çaresizlikle bağlıdır.

Rüştü’nün şiirleri, Muzaffer’inkilere kıyasla nesnel gerçekliği daha fazla bozmakta, bambaşka bir dünyanın kapılarını zorlamaktaydı. Muzaffer’se fatalist bakış açısından uzak, tevekküle düşmeden “Ve ceplerimi arasanız / metelik bulamazsınız” diyeceği dünyevi bir şiirin peşindeydi o ve bu nedenle soluğunu sürekli hissettiği ölüme cepheden saldırıyordu.

 

“Ben veremden öldüm                                                                 

“Belki ölmezdim

“Sıkıntım olmasaydı

“Paradan yana.”[3]  (s.20)

 



Şairlerimizin Zonguldak’ta yaşamalarına rağmen Türk şiirine fırtına gibi girdikleri bilinir. Bu, 1940’larda ve İstanbul’dan bu kadar uzakken hiç de kolay olmasa gerek. Varlık, Değirmen, Kara Elmas, Doğu, Ocak gibi dergi ve gazetelerde çıkan şiirleriyle adlarından söz ettirirler.

Rüştü’nün Salah Birsel’e yazdığı bir başka tarihsiz mektupta “Evet artık ben Garip’im. Süleyman Efendiyle akrabalığımız anadan geliyor.” (s.71) demesi, genç şairlerin Garip şiirinin etkisine girdiklerini, bu şiiri coşkuyla alkışlayacak kadar onun temsilcisi olduklarını gösterir. Ta ki hayat, bu iki arkadaşı çarçabuk oyun dışına itene dek.

Muzaffer Tayyip’in sözcük seçimleri dünyevidir. O yaşamını şiire yansıtırken somuta bağlı kalmayı tercih etmiştir. Rüştü’nün nesnel gerçekliği nispeten kıran, bozan dizelerinin aksine o nesnel gerçeğe bağlı kalma tarafındaydı. Dolayısıyla yazmadan duramadığı şiirleriyle her seferinde özüne dönen, “Parasız kalmışım / Aç kalmışım sonra” (s.32) diyendir.

 

Yazık diyecek

Hatıra defterimi okuyan

Ne talihsiz adammış

İmanı gevremiş parasızlıktan (s.37)

 

En fazla şairanelik ettiği yerlerde bile şiirle yaşama bağlanmayı nesnel gerçeklerden ayrılmadan sürdürür.

 

Seni düşündük

Aç karnına

Sen bir dilim ekmek kadar aziz

Ve bir bardak şarap kadar leziz

Sen yürümesini bilen güzel kız. (s.51)

 

Ağlamadan, sızlamadan, bir manzara betimlemesi yaparcasına, olağanüstü bir rahatlıkla anlatır hastalığını. Ağzından gelen kanla öleceğini anladığında bile taviz vermez bu anlayışından. Üstelik dizelerine kattığı görsellikle handiyse sinematografik bir tarzla en iyi şiirlerinden birini yazar.

 

Önce öksürüverdim

Öksürüverdim hafiften,

Derken ağzımdan kan geldi

Bir ikindi üstü durup dururken

 

Meseleyi o saat anladım

Anladım ama, iş işten geçmişola

Şöyle bir etrafıma baktım,

Baktım ki yaşamak güzeldi hâlâ.

 

Meselâ gökyüzü,

Maviydi alabildiğine

İnsanlar dalıp gitmişti

Kendi âlemine (s.47)

 

Ölümün tüm korkunç belirtilerini gördüğünde bile tevekküle düşmez, fatalizme meyletmez, aksine bir tokat gibi göstere göstere çarpar açlığının şiirini yüzümüze. Üstelik bunu toplumcu şairlerimize nispet yaparcasına ve yarattığı yüksek söylem gücüyle parmak ısırtarak yapar. Şair bu gücü bizzat kendi yaşamından damıtmaktadır. Veremin kıskacında anbean mum gibi erirken “sarı saçlı kız”a nasıl şiir yazsın? Ne var ki yaşının getirdiği toyluğun önyargısından olsa gerek, serbest nazmın memleketimizde vakitsiz yayılmasına öfkelenir, hiçbir şairimizin bu anarşist cereyana kapılmamasıyla avunur. (s.72) Gelgelelim o dilediği kadar serbest nazma kızadursun aşağıdaki şiir örneğinde olduğu gibi basbayağı serbest nazımla, üstelik toplumun can damarından beslenen şiirlerle toplumcu değilse bile toplumsal şiirler yazar.

 

Zira “açlık” da bir kelime

Cümleye gelmez sarı saçlı kız gibi

Ah elbet dolaşırsa ölüm sık sık dilime

“Öleceğim, ölüyorum, öldüm”

Diyeceğim bir gün. (s.58)

 

Bu devingen dizelerden sızan ölümün salt bireye özgü olmadığı aşikârdır. Şair onu ince ince kemiren veremi yoksulluğuyla yenemediğinden aslında toplumsal bir sorunu da işlemektedir. Ki, şairin açlık ve neticesindeki ölüm için “cümleye gelmez sarı saçlı kız gibi” demesinden de yaşamın onu böyle bir şiire zorladığı anlamını çıkarabiliriz.

Şairin “serbest nazımcı anarşist cereyan”a duyduğu kızgınlığı Guillaume Appolinaire’yle sürdürmesi hayli ilginç doğrusu. Garip’i çağrıştıran ilkeleriyle Fransız şiirini şairanelikten kurtaran, basit ifadelerle güçlü dizeler oluşturan bu yenilikçi şairin sürrealist metodundan yakınmakta, sonuç itibariyle de tüm bu şairlerin primitif anlayışlarını eleştirerek çareyi Garip’te bulmaktadır.

“Şair harcıâlem şeylere teşbih ve mecazlarla lâyık olmadığı bir değeri vermek için çabalıyan bir sahtekâr değil, bulanık düşünceleri berraklaştıran hakikat arayıcısıdır. (…) Eski şiirin yıkılması ve okuyucunun alışılmış şeylerden şüpheye davet edilmesi lâzımdı. Orhan Veli ve arkadaşları bunu yaptılar. Şimdi onlardan sonra gelenlere yeni hakikatlar bulmak için çetin yolda yürümek düşüyor. Unutmıyalım ki sanatkâr orijinalitesini yapmak için her şeyi yeni baştan öğrenmek ve inşa etmek zorundadır. Sanatkâr için mükemmeliyet gibi ezbercilik de yoktur.” (s.72)

 

Hem şiirleri hem yazgıları birbirine benzeyen, özellikle ölüm imgesini anlatmada çok şaire yâr olmayacak çarpıcılıklar bulan iki şair arkadaştan Muzaffer Tayyip Uslu 1946’da, Rüştü’den dört yıl sonra düşer toprağa. 

 

Verem mikrobu, vücudunda kemirmedik yalnız kemiklerini ve derisini bırakmıştır. 3 Temmuz 1946 günü, sağlık koşulları uygun olmayan havasız ve karanlık baba evinde, abdesthaneden yatağına getirilirken anasının kucağında, yirmi dört yaşında iken hayata gözlerini kapar. (Kalyoncu, 2011, s.402)

 

Orhan Veli’nin apansız ölümüne hâlâ ne çok yanıyorsam, yirmili yaşlarında veremle sefaletin korkunç pençesinde can veren Rüştü’yle Muzaffer’e de o kadar yanar ve düşünürüm. Acaba Orhan Veli o çukura düşmeseydi, Rüştü’yle Muzaffer veremi yenseydi ne olurdu? Sahi düşündünüz mü siz de? 

 

Kaynakça

Tığ, İ. (2011) RÜŞTÜ ONUR Yaşamı Sanatı Eserleri. Ankara: Kurgu Kültür Merkezi.

Yalçın, İ. (2008) İçimdeki Zonguldak. İstanbul: Heyamola Yayınları.

Uslu, M.T. (2018) Şimdilik. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Kalyoncu, H. (2011) Güler Yüzlü Hüzün: Muzaffer Tayyip Uslu. Edebiyatta Zonguldak Bienali Bildiriler Kitabı. Zonguldak: ZOKEV

 



[1] Rüştü Onur’un şiirlerinden, mektuplarından yapılacak alıntılar şu kitaptandır: Hazırlayan İbrahim Tığ, RÜŞTÜ ONUR Yaşamı Sanatı Eserleri, Ankara: Kurgu Kültür Merkezi Yayınları, 1. Basım, 2011.

 

[2].İrfan Yalçın, İçimdeki Zonguldak, İstanbul: Heyamola Yayınları, 1. Basım, 2008.   

[3] Muzaffer Tayyip Uslu’nun eserlerinden yapılan alıntılar şu kitaptandır: Muzaffer Tayyip Uslu, Şimdilik, İstanbul: YKY, 7. Basım, 2018.

Ölümsüzlüğü şiirde aramak

 




Bilmem ay mı doğdu gün mü âleme

Yoksa yârim düğmelerin çözdü mü

Karacaoğlan’ın yukarıdaki dil becerisi için olağanüstü demek abartılı olmaz. Öyle ki sevgilinin güzelliğini kalıp ifadelere hapsetmezken son derece sıradan bir eylem olan “düğme çözmek”le anlamı kotarması gerçekten başarılıdır. Öyle ya, ayın ışığını, güneşin parlaklığını anmadan, hiçbir vakit bu etkiyi yaratamayacak düğme çözmekle tüm zamanları aşıyor, ölmez bir yalınlığa erişiyor, yüzyıllar sonra bile sığ ve sınırlı ömrümüzü, tekdüze yaşantımızı nasıl aşacağımızın yolunu gösteriyor.

Bilesin, Sultan Sazlığı’nda boynu eğri bir kuşun

ince boynuna yediği kurşun gibi hainiz hepimiz.

Birhan Keskin’in hepimizi zayıf tabiatlı bir kuşun boynuna giren bir kurşuna benzeterek toplumsal bir tespit de yaptığı bu şiire ne buyurulur? Var mı inkâr edebilen hainliğini? Neticede şiir dilinin imgeyle kıpır kıpır ilişkisini örnekleyen, ele avuca sığmaz, kurşun etkisinde bile ölmez bir şairdir Birhan Keskin.

Şiirin dilinden bahsediyorsak, bu dilin elbette gündelik dilden ciddi farklılıkları olacaktır. Öyle ki şiir için kılı kırk yararak seçilen sözcüklerle yaratılan imgeler, anlam kapalılığı gündelik amaçlar için kullanılan dilde bulunmaz. Gündelik dilde kısa, hatta anlık gereksinimlerimizi karşılayan sözcükleri gerçek anlamlarıyla, genellikle temel anlamlarıyla kullanırız. Şiirse hem özel hem de geniş zamanların dili olduğundan sözcükleri çağrışımlara açık kullanır.

“Kalksam attığım her adım kan kuyusu”

Ahmet Erhan “kuyu” sözcüğünü “içinden su çekilen derin çukur” anlamıyla kullanabilecekken attığı adımlardan oluşan bir “kan kuyusu” biçiminde alışılmamış bir bağdaştırmada pek hoş kullanmış.

Birer gerçeklik olarak sözcükler iki katmanlıdır. Birinci katman sözün çağrıştırdığı nesne ya da durum, ikinci katman ise sözle bunlar üzerine getirilen betimsel yorumdur. Öyleyse dil denen olgu işaret ettiğinin dışında kendine özgü bir gerçekliğe, bir varlık alanına sahiptir. Gerçek hayatta hiç kimse ne “buz kesmiş” ne de “taş kesilmiş”tir.

Neticede dili kullanma becerisi kimliğin en önemli göstergesidir. Kişi, kendi dilini ne derece yetkin ve başarıyla kullanırsa kimliğini de o denli sağlıklı örebilmiş demektir. Her şey dille ifade edildiğine göre kişi de kendi dilini konuşabildiği ölçüde o kimliğin insanı olur.

Gelmiş geçmiş en büyük sanat dehalarından biri olan Mozart bir bestesine Alla Turca diyor. “Ben bunu Türk gibi besteledim” demek istiyor, bir başka deyişle saygı sunuyor Türklere. Oysa Türkler bu sözü, alaturkayı, beğenmedikleri, hor gördükleri şeyleri yermek için kullanıyorlar, örneğin, “Aman ne alaturka müzik!” ya da “Ne alaturka bir davranış diyebiliyorlar.

Ulusal kimlik, tarihin çeşitli dönemlerinden bin bir çileyle bugünlere taşınan bir bilincin eseri olduğundan kişisel kimliği de kapsar. Dolayısıyla ulusal bilinç yetersizse kişisel kimlik de yetersizdir. Bu, ulusun geçmişini hepten allayıp pullayalım, öpüp okşayalım gibi kolaycı, basit, ucuz milliyetçi yönelimlerin doğruluğu anlamına gelmez. Geçmişteki büyük insanlarla, başarılarla elbette övünülebilir, bu doğaldır da. Ne var ki geçmişi zerre eleştirmeden toptan kabul etmek ne kişisel kimliğe ne ulusal kimliğe şuncacık katkı yapar! Aksine bin bir çileyle aktarılan bilincin aşındırılmasına yol açar ve hem kişiye hem kimliğe zararı dokunur. Dolayısıyla geçmişe bilinç penceresinden bakmalıyız. Bilge Kağan’ın “Titre ve kendine dön!” uyarısının bugüne uyarlanmış gerçekçi anlamı bu olmamalı mı? Yine Kaşgarlı Mahmut’un, Ali Şir Nevaî’nin, Karamanoğlu Mehmet Beyin çabalarının da…

Türk diline kimseler bakmaz idi

Türklere asla gönül akmaz idi

Âşık Paşa yüzyıllar evvelinden haykırarak dile, kimliğe sahip çıkmayı vurgulamış. Öyle ya, kimlik diyorsak, bilinç diyorsak bunları özümsememiz gerekir. Kendimizden kaçtıkça, başka kimliklere sığındıkça kendi kimliğimizi uçuruma sürüklüyoruz. Kimliğimizi bize başkaları buldurmayacak, onu geliştirecek atılımları başkaları yapmayacak! Dolayısıyla üzerimizdeki aşağılık duygusundan arınmalı, özgüvenimizi yeniden kazanmalı, kendimiz olmalıyız. Kaçmak, görmezden gelmek yerine önce kimliğimizi koruyacak bilince varmalı, sonra onu geliştirecek denli özgür ruhlu olmalıyız.

Kimliğin anahtarı dilse kilidi elbette edebiyattır. Edebiyatın çatısı da şiirle çatıldığına göre bir ulusun kimliğine ne derece sahip çıktığını anlamanın yollarından biri de o dilde yazılan şiirlere bakmaktır. Nasıl ki bir şiir edebi gücü oranında yaşıyorsa şairini de aynı oranda yaşatır. Dolayısıyla şiirin ölçütü zamandır. Her eser, sanat değeri oranında onun ölümsüzlük terazisine çıkar.

Ölümünden sonra ancak birkaç şair kuşağı tarafından yaşatılan, yaşanan bir şairin ölümsüzlük basamaklarını çıktığı söylenebilir. Yine de kimsenin bir Homeros, bir Shakespeare, bir Hugo ya da Schiller olma garantisi yoktur…

                Hâl böyleyken ölümsüzlüğün en çok işlenen temalardan olması boşuna değildir. Gılgamış Destanı’ndan bugüne değin insanlığın başlıca temalarından biri olagelen ölümsüzlük, aynı zamanda sanatçıların varmak istedikleri mertebedir. Sayısız şiirin sonunda buraya ulaşmak için bulabildikleri yegâne panzehirse hatırlanacak eserlerle anılmaktır.

Öte yandan şiirle yatıp kalkan, onunla soluk alan sanatsever insan artık güzelin, değerlinin hangisi olduğunu fark edecek yetiye sahiptir.

O, farklı eğilimler içindeki şairlerde bulunan ortak “güzelliği” hemen fark eder. Şiirden tat almadaki görecelik, bu güzellik duygusundan tam nasibini almamış insanlar için geçerlidir. Tabii ki bu değişmez güzellik ise ancak büyük sanatçıların yapıtlarında gizlidir. “Güzel”i tanıyan insan, örneğin Yahya Kemal’i, Nâzım’ı ve Necip Fazıl’ı birlikte sever.

İnsan belleği için geçmiş, hatırda kalandan ibarettir. Dolayısıyla hatırlanmaktır ölümsüzlük ve bu payeye ancak unutulmayacak eserlerle erişilir. Söz konusu eserlerse ulusların yüz akı, ruh aynası, kimlikleridir.


Kaynakça

Dilçin, Cem : Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu Yayınları, 2004

Keskin, Birhan : Soğuk Kazı, Metis Yayınları, 2014

Altıok, Metin : Şiirin İlk Atlası, Yapı Kredi Yayınları, 2004

Oflazoğlu, A. Turan : Mutlak Avcıları, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu Yayınları, 2001

Tanyol, Tuğrul : Şiirin Soyağacı, Kırmızı Kedi Yayınları, 2017


Kadri Öztopçu'nun zamansız çatalı

 



Kanamalı Bir Öykü İçin Hikâye Aranıyor [i] öyküsünde, annesiyle babasının yatak odasında, kendi gibi kırık bir dolapta, zamanının gerisinde kalmış bir çanta vardır. Sapı kopmuş, anahtarı kaybolmuş, görünüş itibariyle gayet eski, değersiz, meşin bir çanta. “Eskinin sünnetçi çantalarına benzer, onlardandır belki de.” Ne var ki sağlığında babasının açtığı bu çanta, ailenin kıymetlilerini saklayan bir istiridyedir. Nüfus cüzdanları, aile cüzdanı, babasının nişan yüzüğü, birkaç ziynet eşyası, evin tapusu hep içindedir. Gelgelelim bu kıymetli eşyaların arasında bir de çatal vardır. “İri, ağır, zamanın hışmından kararmış, gümüş bir çataldır bu.” Babasının vaktiyle ev kurarken dedesinin evinden yanına aldığı tek eşyadır. Almış çıkmıştır işte, niyesi belirsiz. Anlatıcımız bugün için çok merak etse de sağken babasına sormamış, soramamıştır. Yıllar sonra annesine sorduğundaysa –ne soruyu ne cevabı önemsemiştir annesi– aldığı cevap onu tatmin etmez. “Koymuş işte rahmetli.”

Çatal, öyküyü anlatan evladın aklını kurcalayan bir eşya figürü olmanın ötesinde, öykünün her şeyidir. Onun o kıymetliler arasında bulunması hem merak hem çatışma unsurudur. Üstelik o kadar merkezdedir ki haliyle çözümün de ondan gelmesini bekleriz. Çatalla ilgili bir son umar, bunun da ilginç olanını yeğleriz.

Buraya kadar doğal seyrinde giden, kendine belirgin bir yatak oluşturan öykünün suları birdenbire yer altına çekilir. Kadri Öztopçu’nun klasik öykü anlayışını hafifseyerek reddetmesinin, kendi öyküsünü yerleşik kalıpların hayli dışında konumlandırmasının bariz bir sonucudur bu.

Klasik öykü okuru onu garipseyip geçerken omuz silkip geçmeyen, ne olup bittiğini kavramaya çalışan, yeni anlayışlara az çok aşina okur arada kalır. Onun için durum hayli çetrefildir. Anlaması zamana ve çabaya bağlıdır. Öyküye burun kıvırmaz ise yazarın ve öykünün yaratmak istediği etkiye kapılmış olur ki ondan sonrası çorap söküğü gibi gelir. Kanamalı Bir Öykü İçin Hikâye Aranıyor bağlamında pirelenir ve şöyle sorular sorar: Bu kısacık yazı bir öykü müdür? Öyküyse çatalın öyküsü müdür? Neymiş çatalın hikâyesi? Söylemeyecekse niye yazmış? Bizimle eğleniyor mu? Merak uyandıran düğümlerin yanıtlarını neden vermiyor? Okur, bu sorulara vereceği yanıtlarla sadece bu öyküyü kavramakla kalmayacak, aynı zamanda tahkiyeyi, klasik öyküyü sorgulama gereği duyacaktır.





Öztopçu’nun kendi öykü dünyasını kurarken yarattığı bu iklim bir tarafta duradursun, bu öyküyü yazarken oldukça eğlendiğini düşünüyorum. Onun geleneksel anlayışları reddeden tarzı, söylemek istediklerini bir tık geri çeken öyküsüyle birleşince okur, yakalandığı ağla su yüzüne çıkan balık gibi sersemler. Nasıl sersemlemesin? Babasının, babasının evinden çıkarken niye ala ala tek bir çatal aldığının ve çatalı neden o çantada sakladığının yanıtı yoktur. En çalışkan okur bile düğümlere dair açık, gizli hiçbir çözüme rastlayamaz. Yoktur çünkü. Öyküdeki sesimiz anlatıcının hiçbir şey öğrenemeyip topu bize atması bundandır. Peki, bir şeyler sezinlese öykünün seyri böyle olur muydu? Başlığa bakarak bu soruya peşinen olumsuz yanıt verebiliriz. O zaman öykü, öykü olmaktan çıkar, hikâye olurdu. Yazar bir biçimde olayı bağlasa kadim tahkiye etme geleneğimize uygun biçimde hareket etmiş, dinleyicisini/okuyucusunu sarmalamış olurdu. Bunların hiçbirini yapmayan yazar, anlatıcıyı okurla kendi arasında konumlandırır ve onun ağzından seslenir: “Yani sevgili dostum, bu öyküdeki çatalın hikâyesi (varsa bir hikâyesi), nedir, bilmiyorum. Belki sen hikâye uydurur, muhtemelen anlamsız bulduğun öyküye kendince anlam katarsın.”

Hâlâ daha öyküyle hikâyenin eş olup olmadığı üzerine farklı düşüncelerin olduğu bu edebiyat ikliminde Öztopçu’nun Kanamalı Bir Öykü İçin Hikâye Aranıyor başlığı atması tesadüf müdür? Hem öykünün başlığında hem içeriğinde bu iki kavramın birlikte kullanılması bilinçli bir tercihtir. Öykü, yazılı edebiyatın bir türü olarak konumlanmışken hikâye, kâh olay anlamında kâh uydurulan, rivayete dayalı, belirsiz, hayali, gerçek dışı, hatta yalan anlamlarında kullanılıyor. Bu haliyle hikâye sözlü edebiyatın bir türü olan halk hikâyesini anımsatıyor. Tam da buradan hareketle Türk öyküsünün tahkiye geleneğinden öyküye geçişi üzerine bile isteye düşündürür okurunu. Bu bağlamda Kanamalı Bir Öykü İçin Hikâye Aranıyor gelenekseli sorgulamak için bir çeşit davettir. Halk edebiyatına ve ondan el alan Ahmet Mithat’a değin götürebileceğimiz tahkiyeyi ve uzantısı klasik hikâyeyi özellikle olay örgüsüne bakışıyla masaya yatırabiliriz. Çatışma ögesi içerecek olayın ortaya çıkması, sürmesi ve sonlanması biçiminde gerçekleşen bu klasik plan, hiç şaşmadan sıralanır durur.

Öztopçu’nun gelenekten yararlanma, geleneği çağdaşa dönüştürme, özgünleştirilme konularına mesafeli durduğu açık. Yazarın geleneksel anlatı biçimlerini kırmak için deneysel, açık bir öykü yazdığını düşünmek de mümkün.

Bir eşya figürü olarak kullanılan çatalın kişileştirme ve konuşturma sanatlarına başvurulmadan, insani niteliklere büründürülmeden akılda kalan sorularla öyküde kullanılması, çok rastladığımız bir anlatım tarzı değil. Günümüz öykü ve romanındaysa eşyalara, kişileştirme ve konuşturma sanatlarıyla insani nitelikler kazandırılması sayesinde geleneksel anlatımın dışına çıkıldığıysa bir yanılsamadır. Çünkü insanileştirilen eşyalara, varlıklara o denli sık rastlanılır oldu ki artık bu kullanımın yeni olduğunu söylemek neredeyse gülünç. Buna karşın Kadri Öztopçu’nun bayatlayan yönelimlerden kaçındığını, eski ve yeni tekdüzeliklere düşmediğini ve bulanıklaştırıp muğlaklaştırdığı çatalla geleneksel anlatı yollarını kırdığını söyleyebiliriz.

Anlatıcı, Kadri Öztopçu’nun kumandasıyla okur için ipucu olabilecek zihin açıcı sorular türetir: “İnsan babasının evinden çıkarken, niçin tek bir çatal alır, eşya diye? Neyi anlatır, en az seksen yıllık, eski, ucu körelmiş, iri ve ağır, kararmış gümüş bir çatal? Neden ailenin kıymetli evraklarının özenle saklandığı çantadadır? Hangi zamanda, hangi yemeğin sonunda sofranın emeklisi olmuştur? Gözden ve gönülden düşmüştür de ondan mı girmiştir çantaya? Tersi mi yoksa, bir terfi midir bu? Ve niçin, seksen yılın sonunda bir gün, günün sonuna doğru, bir hüzün vaktinde, alacakaranlıkta sessizce gelir, kendi öyküsüne ansızın saplanır? Kanatır, içten içe?”

Anlatıcının sıraladığı tüm sorular, gelip gelip yazara bu öyküyü yazdıran dertte kilitlenir. O çatal seksen yıl sonra, hüzünlü bir vakitte o çantadan başını gösterdiğinde yazarını içten içe kanatmasa bir ilmek daha atarak son cümlede “Hikâyesi yok gibi duran kimi öykünün hikâyesi, iç kanamasında mı saklıdır yoksa?” der miydi? Bu son cümleyi istifham yapılan, bir sözde soru cümlesi olarak okumak gerek. Belirgin bir planı olmayan Kanamalı Bir Öykü İçin Hikâye Aranıyor öyküsünün hikâyesi yazarın kim bilir hangi iç kanamasında saklıdır?



[i] Kadri Öztopçu, Kuş Oltası, “Kanamalı Bir Öykü İçin Hikâye Aranıyor”, Can Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2012


Umudu insanda gören öyküler: Yeniden Hayal Kurabilmek

 


Bir şiirinde “Ömür bu, çizik-yazık-keşkeyle değil, insanlar yeniden (t)üreterek paylaşsın / Bir gün toprağa düştüğümüzde, ışıklı çocuklarımız meşalemizi taşısın…” diyen Müslüm Kabadayı yeni kitabıyla kapımızı çaldı: Yeniden Hayal Kurabilmek[i]. On iki öyküden oluşan kitap Klaros Yayınları’ndan çıkarken yazar, bitmez tükenmez edebiyat sevgisine bir halka daha eklemiş oldu böylece.

Kitabı okudukça aynı söz içimde yankılanmaya, derken kulağımda uğuldamaya başladı: Coğrafya kaderdir. Müslüm Kabadayı’nın yeni öykülerinin pusulası olmaya uygun. Antakya, Afrin, Libya, Şam, Beyrut, Kuzey Yemen, Halep… Yeri geliyor Deyfe’nin gezi yazıları bize eşlik ediyor, yeri geliyor yazarın Refik Halitvari gözlem gücüyle dış dünyayı seyrediyoruz. Nehirlerin suları Aşkdeniz’e dökülse de sorunlarla boğuşmaktan yüzünü maviliklere dönemeyen bölge insanı huzursuz, gergin, diken üstünde. Hangi ülkeden, hangi kentten olursa olsun gelecekten ümitsiz. Öyle ki kadim dönemlerden beri silahların susmadığı bölge hâlâ kanıyor. Etnik farklılıklar, dini farklılıklar, bunları sürekli kaşıyan emperyalist politikalar, işbirlikçi hükümetler, güya düzen arayışları, karışıklıklarla ağırlaştırılan sömürü çarkı, bitmeyen savaşlar, çatışmalar, soykırımlar, susmayan silahlar…

Bir kültür filmi izliyoruz öte yandan. Ağır yaralı, kanaması olan uygarlığın merkezi bir türlü iyileşmiyor. Ne zaman ki hastamız toparlanma sürecine girecek oluyor, yine kıyamet kopuyor. Büyük güçler ve onların maşaları perde arkasından tedaviyi sürekli engelliyorlar. Söz gelimi bombalar, havan mermileri ve kurşunlarla zehir kusuyor işgalciler Palmira’ya. Oradakiler toprağını, geçmişini savunuyor savunmasına ama işgalciler öyle kalabalık, öyle silahlarla donatılmış ki yenilmeleri kaçınılmaz. Gelgelim kazıbilimci Halid’i kimse oradan ayrılmaya ikna edemez. Ömrünü bu topraklara adamışken cesedini çiğnemeden kimseyi buraya sokmayacaktır. Nitekim ateş çemberi giderek daralırken o, kazıda buldukları Kraliçe Zenobya’nın veda mektubunu çözmeyi sürdürür. Zenobya ki koskoca Roma İmparatorluğu’na kafa tutacak denli bağımsızlığına düşkün biri ve yüzyıllar önce halkına “Çölgelini’nin aydınlığını, hiçbir karanlık kapatamaz,” diye seslenmiş. Onun sözlerini düşünceleriyle kuşanan Halid tepeden tırnağa irade kesilir. Ölüm de dâhil, hiçbir güç koparamayacaktır onu doğduğu topraklardan. Katil sürüsü bir yandan balyozlarla heykelleri parçalar, insanlık mirasını yok ederken öte yandan son adamını da öldürüp karşısına dikilir. Açık hava müzesine her türlü zararı vererek bugüne, elbette geleceğe ve dahası geçmişe karşı korkunç suçlar işlemeyi sürdürürken akıllarında tek bir şey vardır: Zenobya’nın hazinesi. İnsanlığın paha biçilemez mirası umurlarında değilken bildikleri tek miras ivedilikle satıp savacakları değerli madenlerdir. Ne var ki Kraliçenin yolunu seçen Halid’e sorgular, işkenceler kâr etmez. Nihayetinde kazıbilimci bilgenin duran kalbi, savaş baronlarını, tarihi eser kaçakçılarını çıldırtmaya yeter. O gün ve sonrasında talan edilen, ABD ve İsrail silahlarıyla cehenneme çevrilen Palmira yıkılsa da Halid’in mirası Zenobya’nın katına erişmiştir artık.

Bölgede cirit atan işbirlikçi örgütlerden canını kurtarmak için göç eden insanları neler bekler? Yeni ülkeler ve kentlerde her şey sil baştan yaşanabilir mi? Geçmişini yüreğine gömen bu insanlar yaşamlarını nasıl sürdürür? Ölümden kurtulmak, mutluluğa kavuşmak değildir ki! Öyleyse akşamları eve mutlu bir yüzle dönmenin sırrı nedir? Bir halin süprüntülerinden toplanan yiyecekleri eve götürmenin mutlulukla ilgisi var mıdır? Sekiz kardeş ve anne baba yolunuzu gözlerse vardır.

Tüm yollar, tüm hikâyeler ölüme çıkar Önasya’da. İbn Garip okula değil, ölü çocukların kan denizine girer, kardeşi Fariz’in gözünden vurulmuş cansız bedenini görür. Beyrut’u gezen karı koca patlamalara denk gelince onlardan dikkatli olmaları, yoksa canlarına kıyılabileceği söylenir. Allah’a şirk koşan heykelleri kutsadıkları palavrasıyla Palmira’ya ölüm kusar, IŞİD silahları. Bir Sünni’ye âşık olduğu için Dürzi kızı Senâ’ya kıyılır. Yüksek sanatını başkalarına sunmasınlar diye ustalar bile öldürülür. Heyhat! Silahlı çetelerle, katil sürüleriyle, apansız patlayan bombalarla, işgalci ordularla ölüm kanıksanmıştır bu topraklarda. İnsanların hayatları bir kader sarmalında ölümle kuşatılmıştır. Peki, yok mudur bu hayata karşı gelmenin, mücadele etmenin bir yolu? Ölümü göze almak gerekir gene. Bir insancık hak aramayagörsün başında sallanır Demokles’in kılıcı. Şayet kimin elinin kimin cebinde olduğu bilinmeyen bu coğrafyada çektiğiniz bir fotoğraf bile hayatınızın karartılmasına yeter. İnsanın insanı aşındırma etkisi öyle kuvvetli eser ki bu topraklarda çöl rüzgârının esamisi okunmaz! Kimiyse çaresizliğinde arar çareyi. Bu durumlardan birinde Halalı Mücahittin şöyle der: “Şu aklı fikri çıkarlarında olanların oyunlarına düşmeyecek kadar uyanık olabilse insanlar, hiçbir toprak kana bulanmaz. Sırtlan sürülerinin üşüştükleri leşe dönüşmez insanlar.” Ne var ki bu sert benzetme bile yeterli gelmez yaşananları anlatmaya. Anaokulu öğretmeni Mizgin’in yerini yurdunu bırakıp Almanya’nın ücra bir köşesine göçmesi nedendir? El Nusracı kuduz köpek sürülerinin katliamından kaçmasındandır. Görece şanslıdır Afrinli öğretmen. Öyle ki tam o sırada kıyıya vurur, Aylan bebeğin cesedi. Üstelik zavallının ardından söylenenler… Tüm bunlara karşın insanlığı kıyıya vurmayanlardandır Mizgin. Vicdanının susmaması bundandır. “Akdeniz ve Ege balıklarını yiyen insanların, aslında mavi sularda boğulan göçmenlerin etini yiyor olmaları değil miydi sorgulanması gereken? Silahtan sermayesini büyütenlerin kana doyamadıklarını görüp komşusuyla el ele vererek ayağa kalkmak, hesap sormak değil miydi hedeflenmesi gereken?” Mizgin öğretmen iki çocuğuyla hayata yeniden tutunabilenlerden olur ve yeniden hayal kurmaya başlar. Bölge insanının birçoğu onun kadar şanslı değildir. Petra’ya Giderken öyküsünde bir fotoğraf karesiyle Türk gazetecinin başına gelenler yürekleri hoplatmaya yeter. O, sınır dışı edilerek kurtulsa da bu topraklarda kimler canından olmaz ki! Öyle ki insanlığı kıyıya vuranların bu kadar kalabalık, avaz avaz, vahşi olduğu coğrafyada mücadele edenler öyle azken İbn Garip’in aklından bir türlü çıkmayan “Korkarım, Sahra halkı yeni Ömer Muhtarlara muhtaç kalacak,” cümlesini bu bağlamda okumak mümkün.

Yazar en sona Çantadaki Anılar’ı bırakırken sonsözü Halalı Barış’a veriyor: “Birçok gıdayı bir araya getirip tatlandırmayı bilen insan, paylaşmanın da tadına vardıktan sonra niye düşmanlıklar, savaşlar olsun ki? İnsanlar, toplumlar arasına çekile siyasi sınırlar, halkların kültür ortaklığını yok edemiyor işte. Mutfak kültürümüz başta olmak üzere üretim biçiminden gelenek-göreneklere kadar yaratılan ortak değerlerin sınır tanımadığı ortada.”

Bölgede hiç susmayan silahların bırakılacağına, kan ve gözyaşının yerini paylaşmanın bin bir çeşidinin alacağına inanıyor yazar. Kimse kimsenin oyuncağı olmasın diyor. Bu kesin. Bunun da ancak birlik olarak yurduna, tarihine sahip çıkmakla gerçekleşeceğini vurguluyor. Birlik olunca acılar azalacak, uzaklar yakın olacak. Buna iki örneği var Müslüm Kabadayı’nın. İlki Gezi. “İşgal kuvvetlerine destek veren komşu ülkenin hükümetine karşı komşu halkın çocukları, Haziran Direnişi’nde en büyük dersi vermişti. Taksim Gezi Parkı’nın kalbi Şam’da, Halep’te, Kalamun’da atmıştı.” İkincisi Çanakkale. “Dünyanın neresinde olursa olsun, haksızlığa, zulme ve işgale karşı halkların birliği Çanakkale’deki gibi sağlanırsa, savaş tüccarlarına da meydan bırakılmaz. Bunun bilincinde olmayan komşular, halklar birbirini boğazlarken, onlara silah satanlar, yer altı ve yer üstü zenginliklerini de sömürüyor. Oysa Dünyanın kaynakları tüm insanlığı bal gibi geçindirir. Kıtlık da olmaz, yoksulluk da.”

Yeniden Hayal Kurabilmek okurun nicesine ulaşsın!



[i] Müslüm Kabadayı, Yeniden Hayal Kurabilmek (Önasya Öyküleri), Klaros Yayınları, Ankara, 2021

 


Yaralısın'ın Derin Sularında



 

1980’ler toplum hayatımızda ciddi değişimlerin yaşandığı, edebiyatımızdaki değişimlerin en çok roman türünde uygulandığı ve gide gide oluşturulmak istenen düzene denk bakış açılarıyla pek çok eserin yazıldığı ideolojik bir dönemdir.

1980’lerdeki Türk romanı, 12 Eylül darbesiyle Türkiye’de yaşanan altüst oluşun siyasal yanına biraz ilgi göstermiş, bunu yaparken de kurulu düzenin yanında yer almıştır; ekonomik-toplumsal yaşamdaki değişimler romanımıza yansımamıştır. (Naci, 2007, s.XXXVI).

Merkezinde tüketme amacının yer aldığı bu yeni eserlerin hiçleştirmeye, yozlaştırmaya, yok etmeye koşullandığı görülmektedir. 12 Mart romanlarının aksine bu romanlarla toplumsal mücadele içindeki muhalif kişi ve unsurlara saldırılmakta, bu kişi ve unsurlar değersizleştirilmekte, kendi bağlamlarından koparılarak anlatılmaktadır. Dolayısıyla 1980 romanı üretirken tüketen romanlardır.

12 Mart ve 12 Eylül’ün getirdiklerine ve götürdüklerine bakınca romancılarımızdaki dönüşüm çok çarpıcıdır. 12 Mart sonrası yazılan romanlarımızda işkence gören, cezaevlerine doldurulan devrimci gençler genellikle sahiplenilmiş ve travmatik ruh hali kültür yaşamımızda uzun soluklu duyumsanmamıştır. Ne var ki 12 Eylül sonrası romanlarımızda işler değişmiştir. Bu kuşağın devrimci gençleri sahiplenilmek şöyle dursun, aşağılanmış, değersizleştirilmişlerdir. (Karahasanoğlu, 2008, s.17)

Sıklıkla bir 12 Mart romanı olarak anılsa da panoramik bakış açısıyla yazılmıştır, Yaralısın. Makine katılığındaki uygulayıcıları, sıradanlaşmış işkenceleri, yerleşmiş zihniyeti, kökleşmiş uygulamalarıyla sadece döneminin değil, geniş zamanların faşizm mikrobuna karşı çıkar Erdal Öz. (Naci, 2007, s. 508) Ki roman gücünü biraz da bu panoramik özelliğinden alır.  

 

***

 

İkinci kişi anlatıcısı edebiyatımızda hâlâ pek kullanılan anlatıcı bakış açılarından değilken bu hususta ilklerdendir Erdal Öz. Yeniye olan ilgisini 1960’ta yayımladığı Odalarda romanından da biliyoruz. Nurullah Ataç’ın Türkçe olmadığını, Türkçenin yapısına aykırı bulduğunu, konuşma dilinde hiç kullanılmadığını söylediği görüşlerinden etkilenerek hiç “ve” kullanmaz. (Öz, 1999, s.10) Edebiyatımızın “ve”siz ilk romanını yazar.

1960’ta yayımladığı Yorgunlar’ın ardından 1973’te ikinci öykü kitabı Kanayan’da okurunu sarsan etkileyici dili, hareketli anlatımıyla 70’lerin devrimcilerini anlatır. Anlatıcı kâh onlardan biridir, kâh onları sahiplenen biridir.

Kanayan’ın ertesi yıl yayımlanacak Yaralısın romanını hazırladığı bugün için bir sır olmasa gerek. Öyle ki kâh öyküsü kâh dili ve anlatımıyla Kanayan’ı anımsatır.

Yaralısın’a bir işkence ve hapishane kitabı demek mümkün. Kurgusu gereği ikisi arasındaki zamansal ve mekânsal geçişlerle okur romana bağlanır. Bir tür sahne yenilemeyi çağrıştıran sıralı geçişlerle anlatılanlar, bir film izliyormuşçasına okurun gözünde canlanır. Elbette romanın görsel yeteneğinin yüksekliğinde roman kahramanın hayatı görerek algılaması çok belirleyicidir. Sonuçta görselin gücüyle merakı kamçılanan okur, bir bölümü okurken diğerinde ne olacağını düşünür.

 

***

 

Dönemin hâkim zihniyetini unutmadan biraz derinlere dalalım.

Romanın başkahramanı olan delikanlı neden ağır işkenceler görür? Salt kitaplarından dolayı mı? Hâlbuki ne vakittir beklediği polislerin evinde suç teşkil edebilecek hiçbir şey bulamayacağını bilir. Polisin biri kucak kucak kitaplarını, dergilerini yığdığında bile yasaklanmış tek yayın bulamayacaklarının rahatlığındadır. Polis içinse yığılanların tamamı yasaklıdır. Elbette o da sever okumayı ve boş zamanlarında hep okur. Hatta tam iki bin yedi yüz seksen dört kitap okumuş; gene de onlar gibi zehirlenmemiştir. Dahası yüksek okulda aynı kitapları okumuşsa bile görüldüğü üzere kafası sapasağlamdır. Bu esnada olanca gücüyle tekmelediği bir kitap duvarda patlar. Ya bu kafayı değiştirirsiniz ya da kafanızı koparırız, (Öz, 2018, s. 27) diyerek çuvallara doldurdukları kitaplarla onu götürürler.

Gördüğü ağır işkencelerde kendinden başka verecek tek bağlantısı yokken neden direnir? Direncinden dolayı mı önemser polisler onu? Neredeyse köksüz, bağsız bir adam değil midir? Bunca yabancılaşmış olmasına, salt şimdiyle ilgilenmesine karşın işkenceye direnmesi romanın edebi gerçeğini zedeleyen bir soyutluktadır. Bir davaya inanç düzeyinde bağlanmamış, herhangi bir örgütsel aidiyeti bulunmayan, sadece onca kitap okuyan, aydın karakterli bir adamın gösterdiği direnç neyin nesidir?

Delikanlı çıkarıldığı mahkemece tutuklanır. Bir davaya adanmışlığı, örgütsel herhangi bir ilişkisi yokken tutuklanmasının tek dayanağı, yasak yayın bulunmayan çuvallardır. Erdal Öz bu neden-sonuç ilişkisiyle kahramanına bulanık bir benlik oluşturur. Salt düşünsel bir yön belirlediği delikanlının geçmişi bir beyaz kâğıttan farksızdır. Ailesiz, kökensiz, neredeyse inançsız bir adam… Birçok yönüyle on dört yıl önce yayımladığı Odalarda romanının isimsiz kahramanının özelliklerine sahip. Dünü olmayan, hep şimdiyi yaşayan, yarını pek düşünmeyen bir kahraman var karşımızda. Belli ki yazar olaylara yakından tanık olan biri gibi yazmamış, kendini epey ötede konumlamış. Fakat bu şimdiki zaman sığlığı, romanı yapaylaştırır. Adamın geçmişi, bir defaya mahsus ve gayet kısa erimli olarak cebinden çıkan sinema biletleri dolayısıyla sevgilisi için aydınlatılır. Başka yok. Oysa gerek modern bir anlatım tekniği olması gerekse kahramanın kişilik gelişimini göstermesi bakımından geriye dönüşlerle desteklense bu yapay tat pekâlâ kaybolabilirdi.

Erdal Öz’ün bulduğu ama sarılmadığı çıkış yolları var elbette. Bu bağlamda dokuz yıldır içerde olup sekiz mahpushane dolaşmış adamı “yaşlı bilge” diye anması boşuna değil. Sizler okuduğunuz için suç işlersiniz, bizler okumadığımız için. Sizin bilginiz bizde, bizim görgümüz sizde olsaydı, gör bak neler olurdu o zaman. Ne siz böyle içeri düşerdiniz, ne biz. Bir araya gelemedik. Bizi kolay kolay bir araya getirmezler. Eh işte, ancak böyle mahpushane köşelerinde buluşabiliyoruz. Ne yapalım, bu da bir başlangıç. (Öz, 2018, s. 146) Böyle diyerek gayet çetrefil bir konu olan mahkûmlar arasındaki farkı, bilgi-görgü tespiti yaparak bilgece çözümletir. Ne var ki anlatıcının beğendiği bu sava delikanlı tutunmaz, hatta alacağı intikamın hayaliyle yaşayan adamın anlattıkları delikanlıda geçmişe dair hiçbir gölgeyi yine aydınlatmaz. Neden? Kişilik gelişimini göremediğimiz delikanlıya bir dün çizilmediğinden mi? Bundan mı hayatının bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçmesi gereken anlarda bile geçmişini düşünmemesi? İşkencelerde direnen, tek kalem çözülmeyen delikanlı bu başarısını bir geçmişinin olmamasına mı borçlu? Peki, böylesi dirençli birinin romanın sonunda tüm adli mahkûmlar gibi Nurileşmesi neden? Nurilerle dolu koğuşun siyasi mahkûmu oluşuyla bir o farklıyken ve günler, haftalar süren işkence seansları bitmişken… Hapishanedeki ikinci gününde diğerleri gibi olacaksa onca acıya, aşağılamaya neden, nasıl katlandı bu delikanlı? Derdi zoru neydi?

Yazar kahramanının ağırlığını daha fazla taşıyamadığından mı, yoksa bu değişimi bir yazgı olarak gördüğünden mi romanı böyle bitirir? Hangisi olursa olsun, derin suları yeterince düşünülmemiş bir roman Yaralısın.  

 

Kaynakça

Öz, E. (2018). Yaralısın. İstanbul: Can.

Öz, E. (1999). Odalarda. İstanbul: Can.

Naci, F. (1999), Yüz Yılın 100 Türk Romanı, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

Karahasanoğlu, Ü. (2008) Sanatçının Özgünlük ve Özgürlük Sorunu. Koridor dergisi, Güz (7), 16-21.